
GENÇ TEĞMENİN GÖZYAŞLARI
ANLAR
Zaman zaman öyle anlar olur ki aradığınız bir şey hiç ummadığınız anda karşınıza çıkıverir.
İşte o an, diğer adıyla kavuşmanın dayanılmaz hafifliği içinde yüzlerce değişik seçenekler saklar. Sık sık hayal ettiğiniz şey karşınızdadır. Elinizin ulaşabileceği mesafededir. Ancak:
- İstediğiniz şeyi elde edebilmek için o anda yeterince paranız olmayabilir,
- Satıcı sizin düşündüğünüzden çok daha fazla bir bedeli talep etmiş olabilir,
- İstediğiniz şey başka bir bütünün parçasıdır ve satıcı bütünlüğü bozmamak adına sizin ihtiyacınız olmayan parçaları da almanız için sizi zorlayabilecektir,
- O sürpriz anını değersiz kılacak başka bir acil program nedeniyle istediğiniz şeye ulaşamama durumu ortaya çıkabilir,
- Ulaşıp da aldığınız şeyi yanınızda taşımanız mümkün olamayabilir, onu emanet bırakacak bir yeriniz de olmayabilir veya emanet bıraktığınız yerde hıyanete uğrama olasılığınız olabilir,
- Yukarıda yazdığımız şartların dışında istediğiniz şeye sonunda kavuştunuz, ancak onu yaşadığınız ortam içine dahil edebilmek için başkalarının da karar vermesi gerekebilir, bu karar sizin istediğiniz bir karar olmayabilir,
Tüm bu olasılıkların bir veya birkaçı veya hepsi aynı anda gerçekleşebilir. İşte ben eski kitaplar konusunda yukarıda yazılı altı olasılığın hepsini yaşadım. Ancak hiç bir olasılık sizin istediğiniz şeye kavuşma arzunuzun önüne geçemiyor, hiç akla gelmeyecek çözümler üretebiliyorsunuz…
Hasan-Ali Yücel 28 Aralık 1938’de Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) olarak göreve başlayıp 7 yıl 7 ay süren bakanlığı döneminde Köy Enstitülerinin kurulmasına önayak oldu. Ünlü yazar, dilbilimci, araştırmacılardan kurulu “Tercüme Heyeti” sayesinde 1946 yılının sonuna kadar 496 yabancı eserin yalın Türkçe’ye tercüme edilmesini sağladı. Bu kitapların haricinde ansiklopediler, sanat eserleri yayınları, teknik kitaplar, müzik sanatına ilişkin birçok eser de halkımızın çok uygun fiyatla ulaşabileceği seviyelerde satışa sunuldu.
Zaman içerisinde bu eserler zor bulunur hale geldi. Sonra da kayboldu gitti. Efsane biliniyordu ama kaynağa ulaşmak masraflı, yorucu oluyordu. 80’li yılların ilk yarısında bilgisayar ve internet diye bir kavram da olmadığı için aradığınız şeyi bulmak tamamen tesadüflere dayanıyordu.
EŞİT PAYLAŞIM
1985 yılında yağmurlu bir Cumartesi sabahı, Ada vapurundan Kadıköy’de inip Moda’ya doğru ilerlerken derme çatma kapısı olan bir oduncunun önünden geçtim. Aslında o oduncu her zaman oradaydı ve ben neredeyse ayda bir veya iki defa hafta sonu iznine çıktığımda onun önünden geçiyordum.
Sahaflar Çarşısı’nda, Beyoğlu’nda veya Kadıköy’de kitapçılarda harcadığım izin süremi ilgi alanıma ve bütçeme en yakın kitapları bulmaya harcıyordum. Bazen öyle zamanlar oluyordu ki bir simit bile yemeyip spor çantamı ağzına kadar kitap ile doldurup okula döndüğümde “ya Nöbetçi Subayı kitaplarımı alırsa” korkusu kalbimin hızla çarpmasına, soğuk terler dökmeme neden oluyordu.
Oduncunun önünde bir at arabası, arabanın üstündeki adam ağzı bağlı üç koca çuvalı diğer bazı eşyalarla birlikte kapıya doğru fırlattı attı. En üstteki çuvalın ağzından beyaz kapaklı 1944 yılında basılmış bir kitabın ucu göründü, otomatik bir refleks ile elimi kitaba uzattım. Maarif Vekâleti’nin bastırdığı, Aleksandr Puşkin’in “Yüzbaşının Kızı” romanı.
Oduncu yanıma geldi, ne istediğimi sordu. “Çuvallar kaç para?” diye sordum. Verdiği cevap neredeyse iki-üç kişilik ada vapuru biletinin ücreti kadardı. Gözlerimin içine baktı. Hiç bozuntuya vermeyip reflekslerime hakim oldum. “Hepsi eski zaten, kimse almaz, siz yakacak mısınız bunları?” dedi. Başımı umursamaz bir hava ile anlamsızca sallayıp sesimi çıkarmadım. “Eve göndereyim o zaman, çocuğa da üç beş kuruş verirsiniz” dedi.
Yatılı okuyordum, evim yoktu ki benim. Aklıma yakında oturan bir okul arkadaşımın evi geldi. Parayı ödedim. Biraz sonra geleceğimi bildirdim ve koşa koşa arkadaşımın evine gittim. Evdeydi. Ben kitap konusunda ne kadar iflah olmaz bir hasta isem o da o kadar hasta idi. Durumu anlattım. “Verdiğin ücretin yarısını sana vereyim, kitapların yarısını bana verirsen kabul ederim” dedi.
Kalp paylaşılabilir mi, sevgi iki parçaya bölünebilir mi, boşanmada bir evlat eşit paylarda dağıtılabilir mi?
Nitelikte değil nicelikte orta yolu bulmaya çalıştık. Arkadaşımın kardeşi kitapların isimleri yere bakacak şekilde iki eşit yükseklikte tepecik yaptı ve kura çektik.
Payıma düşenin tamamını hiçbir zaman alamadım. Çünkü hepsini bir kerede okula götürebilmem mümkün değildi. 5-6 hafta sonu kitapları taşımam gerekiyordu, ama onların hepsini koyacak kadar bir masam, dolabım bile yoktu.
Eski kitap ile yeni kitap arasında dağlar kadar fark vardır. Eski kitap yaşayan kitaptır. Birileri sayfalarına notlar almıştır, kimi zaman sayfalar arasında kurumuş bir yaprak, çiçek bulunur, küçük notlar, masraf listeleri, yarım kalmış mektuplar, anılar.
TEĞMEN’İN HATIRALARI
İşte benim payıma düşen kitaplardan birinin içinden bir teğmenin çok düzgün yazı ile yazılmış özel gün notları çıktı. Belli ki bir hazırlık yapmış, birisine aktaracak veya arşivleyecek.
Aynen aktarıyorum:
- İstanbul Orhaniye Kışlası Zırhlı Birlikler Okulunda kurstayım. Mustafa Kemal Paşa hasta. Her gün gözyaşlarıyla gazetelerde sağlığını takip ediyoruz,
- 10 kasım günü okula geldik, saat 8:30. Üzüntümüzden derse girmiyoruz ve gözlerimiz Dolmabahçe Sarayının Muayede Salonunun üstündeki Cumhurbaşkanlığı bayrağında. Nihayet saat 9’u 5 geçe bayrak yavaş yavaş yarıya indi,
- Gözyaşlarımız çocuklar gibi ağlamaya dönüştü. Okul komutanımız koşa koşa gelerek “Grand üniformalarınızı alın ve hemen benim arabaya gelin” dedi,
- Saat 9’u 35 geçe Atatürk’ün başında ihtiram nöbetindeyim,
- Bu nöbetim sırasında okul komutanım geldi, örtüyü kaldırdı ve ağlayarak ellerini öpmeye başladı ve onun arkasında her şeye rağmen bende elini ve yanağını öptüm,
- Bir profesör hanım geldi ve formol iğnesi yaptı,
- Bir diğer profesör hanım da yüzünün ve sağ elinin mulajını aldı,
- Biz teğmenler naş’ın başında sabaha kadar nöbet bekledik,
- Ertesi gün Yüce Atatürk’ün cenazesi Muayede Salonunda hazırlanan katafalka yerleştirildi,
- Burada gündüzleri biz teğmenler dahil general ve albaylar sağında solunda nöbete girdik,
- Bu nöbetlerimiz iki gün devam etti. Üçüncü gün halkın geçişi başladı. Nöbetim esnasında bir Rum kadın tabutun üzerine sarılıp ağladı,
- Çanakkale savaşında ayağını kaybetmiş, ayağı protezli İngiliz general saygı duruşunda bulundu,
- Son gece sabaha kadar nöbet bekledik. Sabaha karşı nöbeti generallere teslim ettik ve büyük yüce Atatürk’ün tabutunun üzerindeki bayrağı ben aldım ve tabutu da erler alarak Muayede Salonunun ortasına getirdiler,
- Salonda cenaze namazı kılındı,
- Namazdan sonra tabut top arabasına kondu ve ihtiram duruşundan sonra kortej hareket etti,
- Yollarda özellikle kız talebeler ve halk hüngür hüngür ağlıyorlardı,
- Kortej bu ağlayışlar içerisinde (biz tabutun sağında ve solunda yürüyen general ve teğmenler de ağlıyorduk) Gülhane Parkına geldik ve Sarayburnu’na cenaze getirildi. Oradan Kocatepe muhribine kondu ve muhrip cenazeyi Yavuz zırhlısına götürdü. Bu sırada Hava Kuvvetlerinin uçakları da ihtiram uçuşları yapıyordu,
- Ben kucağımdaki bayrağa gözyaşlarımı akıtıyordum, saraya döndüm ve bayrağı teslim ettim.
Aklımdan onu gördüğüm günler geçti:
- İlk görüşüm Bursa’da oldu. Yıl 1925. 10 yaşındaydım. Yanında Latife Hanım vardı,
- Yıl 1927. İstanbul’a gelişinde Dolmabahçe Muayede Salonunda kendisini gördüm,
- Yıl 1934 İran Şahı İstanbul’a geldi, ben Harbiye talebesiyim. Harbiye Mektebi bütün kadrosuyla ihtiram kıtası oldu, ben Dolmabahçe Sarayı’nın Camlı Köşkü’nün önündeyim. İran Şahı ile beraber önümüzden geçti,
- Yıl 1935. Ankara Gazi Çiftliği istasyonuna özel treni geldi. Mustafa Kemal vagonun penceresindeydi, ben de ihtiram kıtasında selam verdim,
- Yıl 1935. Bizler genç Harbiye son sınıf talebeleri. O yıl subay olarak kılıç kuşanacağız. Pirgos’ta tam teçhizat manevra yapıyoruz. Kulaktan kulağa bir fısıltı. Gazi Paşa geldi ve manevrayı adım adım izliyor. Biz gençlerde büyük bir sevinç. Manevra bitince o büyük insanın önünden geçerek geçit töreni yapacağız. Çok yorgun ancak çok sevinçliyiz. Bir talih sonucu bizim 7. Bölük en başa geçti. Mustafa Kemal’e 50 metrelik bir mesafedeyim. Onun yanında kendi boyuna yakın bir Amerikalı gazeteci bayan vardı. Nihayet Harbiye Bandosu yürüyüş marşına başladı. Yüce Atatürk sağ eliyle “Dur” dedi ve “Harbiye Marşı” diye emir verdi. Bizler onun yüzünü gördüğümüz için çok mutlu olduk,
- Yıl 1936. İstanbul Park Otelde biz iki arkadaş (resmi elbise ile) yemek yerken herkes ayağa kalktı, Mustafa Kemal gelmişti. Kendisini selamladık. Garsona dönerek “Bu iki teğmen benim misafirimdir” dedi,
- Yıl 1937. Ben Zırhlı Tugay’da teğmenim. 1937 manevrasına geldi. Saray köyünün önünden geçerken benim bindiğim tempo arabasını gördü ve durdurttu. Manevralar hakkında bana sorular sordu ve izahat aldı.
VEFA
Devamının olup olmadığını bilmediğim bu hatıralar yine adını bilmediğim bir teğmene aitti. Tahminen 1915 yılında doğmuş olan teğmen bugün yaşıyorsa 103 yaşında olması gerekir. Allah selamet versin, vefat ettiyse mekanı Cennet olsun.
Bu yazım 1.8.2018 tarihinde Deniz Ticaret Gazetesinde yayınlanmıştır.