
MARILYN MONROE
MARILYN MONROE İLE BU KONUNUN ALAKASI NE?
MOR YA DA ERGUVAN
Hiç unutamadığım ama bitmek bilmez rotasyon görevleri hakkında konuşurken bizden eskiler “sizler çok şanslısınız” derlerdi de ne dediklerini anlamazdık. Sanırım genç subayların imkanlarının çokluğu onlara geçmişte yaşadıkları sıkıntıları hatırlatıyordu.
İmkan derken o zamanı şimdi ile kıyasladığımızda var ile yok arasındaki ayrımın en keskin hatlarının varlığından mutlaka konuşmamız gerekir!!!
Bir de, aşağıda yazacaklarım ile ilgili olarak, en başta şunu kesinlikle belirtmek istiyorum; denizde/gölde/nehirde bulunan memeliler, balıklar, kabuklular, mikro organizmalar, kayalar, volkanlar, her türlü cansızlar ve insanlar tarafından yapılmış tüm yüzer unsurlar, gemiciler, denizciler ve onların ilişki içinde oldukları tüm varlıklar bizim konumuz. Hepsi hakkında sınırsız yazabiliriz. Kızmayınız, darılmayınız.
1986 Ağustos’unda Gölcük’e bağlı TCG MERİÇ’e (N102) elektrik subayı olarak atandığımda Gölcük’ten çok Çanakkale Nara Burnu ile İstanbul Boğazı Umuryeri’nde kalacağımı tahmin bile edemezdim. Hatta ilk tayin yerime katılmak için Gölcük’e gidecekken geminin İstanbul Boğazı’na gitmiş olduğunu öğrendim, elimde koca bir valiz, üzerimde 1. Numara resmi kıyafet, cebimdeki bir aylık maaşımın yarısını taksilerde gemime ulaşabilmek için harcamıştım.
Denetleme zamanlarında Gölcük’e gider, yılın geri kalan zamanını kısır bir döngünün vazgeçilmez girdabı olan Çanakkale-İstanbul ve Taşkızak Tersanesi üçlü döngüsünde yaşardık.
Mayıs 1987 de Çanakkale’den Umuryeri’ne intikalimiz esnasında (henüz ikinci köprü inşa halinde ve tabyaları teker teker yukarı kaldırılıyor) Kızkulesi’ni sancak taraftan bordalayıp geçtikten sonra dümen 5 derece sancağa basılır ve Beşiktaş iskelesini iskele bordamıza alırdık. Personel “Dar Sularda Seyir Yerlerinde”. Yani Başüstünde görevli personel hariç diğer tüm personel savaş yerlerinde, tüm kaportalar kapalı.
Kuzeye doğru ilerlerken gemi komutanının beni köprüüstüne çağırdığını söylediler. Öğrenciyken Şehir Hatlarına ait Boğaz vapurlarıyla defalarca Kavaklar’a kadar gitmiş olsam da bu seyir ilk defa gündüz gözüyle kendi gemimle Boğazı geçişimdi.
Heyecanlandım, bir problem var veya teknik bir soru ile karşılaşacağım diye düşünerek köprüüstüne çıkan iskeleleri hızla tırmandım. Gemi Komutanı Dz. Bnb. Saruca Artun bana dönerek “Elektrik Subayı, sana iki soru soracağım, birini bilemezsen bir soru daha soracağım?” dedi.
- Yıldız Parkı’nda ve Fethi Paşa Korusu’nda görünen eflatun renkli çiçekleri olan ağacın adı nedir?
- Manyetik pusula kartında kuzeyi gösteren hizadaki çiçeğin adı nedir?
Birinci sorunun cevabını şak diye söyledim.
“Erguvan”
İkinci cevapta duraksadım. Nefes almama bile fırsat vermeden:
- Manolya ağacının özelliği nedir?
Sorusu geldi. Buna da bir yanıt gelmeyince. “çabucak öğren ve sonra bana anlat” dedi. Bilgisayar, internet, telefon, cep telefonu, email, ansiklopedi, gazete ve neredeyse hiçbir yazılı kaynağın olmadığı bir ortamda olduğunuzu düşünün!!!
O Mayıs gününden beri erguvan, lotus çiçeği ve manolya ağacı ilgi alanıma girdi. Ama erguvanı araştırdıkça şaşırdım. Şimdi de biraz okuyucularımı şaşırtmak istiyorum.
Dürr-ü yâkut ile bir nahl-i murassa sandım,
Erguvan üzre dökülmüş katarât-ı emtâr (Baki)
(Erguvan üzerindeki yağmur damlalarını yakut ve mercanla süslü bir gelin ağacı sandım).
Nahl-i murassa konusu da çok ilgimi çektiği için araştırdım. Ucu öyle yerlere dayandı ki, başka bir zaman da onları yazarız, şimdi konuyu bölmeyelim.
Mayıs ayında Boğaz boyunca Beşiktaş/Üsküdar üzerinden Karadeniz’e doğru yükselirken sancak ve iskele tarafınızda bir gelin cümbüşü yaşardınız eskiden. Esas cümbüş Avrupa yakasındaydı ve Rumeli Hisarı’na gelince erguvan ağaçları bol nağmeli bir şarkı olarak arz-ı endam eylerdi. Her yeşilin arasından fırlamış erguvan ağaçları geçen gemilere ellerini uzatmış bir nazenin gibi çırpınır durur, her gemici bir denizkızını görmüşcesine ellerini uzatıp incecik bir parmaktan küçücük bir öpücük alabilmenin heyecanını yaşardı.
Düzensiz şehirleşme, rant hırsı, cehalet, doğa ile barışık olmama, bencillik erguvanı yok etti. Şimdi eski birkaç evin bahçesinde veya ulaşılamamış bir kaya yarığından yükselmişlerini ancak görebiliyoruz.
“Mor’un denizle alakası nedir ki burada yazıp duruyorsun?” derseniz işte orada durun. İlgisi biraz fazla, hatta çok çok fazla.
Eflatun asil bir renk. Ben hep bu rengin erguvan ağaçlarından üretildiğini sanırdım. Hani kök boyalarla yapılan halılar gibi (ben en çok eski Taşpınar halılarını severim, has yünler kök boyaların en koyularıyla boyandığında aklıma kurutulmuş vişnenin tadı gelir, Kayseri ve Bünyan halıları bu etkiyi bırakmaz bende, ayrıca bu açıklamanın da konumuzla alakası yok).
Mor her ne kadar eflatuna (menekşe rengine) benzese de, bu iki rengin arasında bir fark var: eflatun ışık tayfında kendine özgü dalga boyuna sahip temel bir renk; mor ise, kırmızı ve mavinin karışımıyla elde edilen ayrı bir renk.
Mor rengi elde etmek için kullanılan ve konumuzla alakalı Murex deniz salyangozları da Filistin kıyılarında yaşamışlar. Yaşamışlar diyoruz çünkü artık yoklar ve sadece kırılmış kabuk kalıntılarına arkeologlar vasıtasıyla ulaşılabiliyor. Anadolu kıyılarında Demre bölgesinde yoğun kalıntılar mevcut.
Morun Orta Doğu’daki şöhretinin bir nedeni de, murex formülünü M.Ö. 3000’de Kenan ülkesine yerleşen Fenikelilerin keşfetmiş olması (Finlay, 2007). Antik dünyanın kumaş boyamacılığında kullanılan en önemli boyar maddelerinden biri olan murex aslen bir deniz kabuklusu, ama aşırı tüketim nedeniyle soyu tükenmiş. Lübnan’ın güney limanı Sur (Tyre) kentinden çıkartıldığı için Sur mavisi adını alan renk, Ortadoğu kültürlerinde ve Avrupa ülkelerinde pahaca kıymetinden dolayı en etkileyici renk olarak kabul görmüş (Gage, 2006).
Antikçağ boyunca, kraliyetin, soyluluğun ve tanrısallığın rengi kabul edilen mor renk Muricidae familyasına ait Murex trunculus (Hexaplex trunculus L.), Murex brandaris (Bolinus brandaris L.) ve Purpura haemastoma (Stramonita haemastoma L.) olarak isimlendirilen deniz kabuklularından elde edilmiş. Yaklaşık 12.000 adet kabukludan sadece 1,4-1,5 gr. civarında boyar maddenin elde ediliyor olması, rengin lüks mallar sınıfında yer almasına sebep olmuş, bu nedenle kraliyet soyundan gelen kişilerin soylarını belirten bir statü simgesine dönüşmüş. Mor rengin monarşik bir renk olarak kabul görmesi, hiç bir ülkenin bayrağında mor rengin olmamasına yol açmış.
Fenike ya da Sur moru olarak da bilinen rengin dayanıklı olması, kumaştan kolay kolay çıkmaması ve güneş ışığına maruz kaldıkça parlaklığının artması da bu rengin zengin çevreler tarafından talep edilmesine neden olmuştu.
Örneğin Bizans İmparatorluğu. Mor Bizans’ta öylesine önemli olmuş ki, imparatorlar mor salonlarda tahta çıkar, öldükten sonra da mor lahitlere konulur, imparatoriçeler tümüyle mor renkte döşenmiş odalarda doğum yaparlarmış. Kraliyet ailesine doğan çocuk o anda morun yüce üstünlüğü ile tanışır ve bu ayrıcalığı yaşam boyu taşırmış. Konstantin Porphyrogenetos da bunlardan biri ve adı da ”mor odada doğan” anlamına geliyor. İmparatorların pelerinleri de mordu.
Bizans’ın kuruluşu olan “11 Mayıs” aynı zamanda İstanbul’da erguvan çiçeğinin açma zamanı. Tesadüfe bakın ki 29 Mayıs 1453 tarihi de erguvan zamanına rastlıyor. Erguvan İstanbul’un simgesi olup şehirle özdeşleşmiş.
Osmanlı Devleti İstanbul’u alınca kendini artık imparatorluk olarak değerlendirmiş ve padişahların kaftanları mor kumaştan yapılıp, saltanat kayıklarının bordaları mor renk ile boyanır olmuştu. Aynı camilerin minare sayısında olduğu gibi hanedandan olmayanların mor renkli kayığı olamazdı. Ben bu usülü Bizans’tan kalma bir akım olarak değerlendiriyorum.
1533 – 1603 yılları arasında İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth, kendisi ve kraliyet ailesi dışındakilerin mor renkte giysiler giymelerini yasaklamış. Elizabeth döneminde yarım kilo mor boyanın değeri 1,5 kilo altın kadardı. Bu da bugünün altın fiyatlarıyla hesaplandığında yaklaşık 90.000-92.000 Amerikan doları ediyor. Mor rengin bu astronomik değeri, hiçbir ülke ya da krallığın bayraklarında mor renk kullanmamasına yol açmış.
Güney Amerika’ya ayak basan İspanyollar mora boyanmış bir kumaşı ilk kez gördüklerinde şaşırmışlar, Avrupa’ya geri döndüklerinde yanlarında çokca kumaş götürmüşlerdi.
Meksika’nın Mikstek yerlileri kumaşlarını boyamak için Surluların kullandığı salyangozla aynı familyadan olan ve Pasifik Okyanusunda yaşayan Purpura patula pansa adlı bir salyangozdan yararlanmışlar. Bu salyangoz, hava ve ışıkla temas ettiğinde mor renge dönüşen sarımtırak bir sıvı salgılıyordu.
Mikstekler salyangozları sadece “sağmışlar”. Yumuşakça kabuğuna üflendiğinde eşsiz sıvısını salgılıyor; Mikstekler de bunu doğrudan iplik yumaklarına damlatmışlar. Ardından yumuşakçayı denize geri bırakmışlar. Yerli halk salyangozları üreme mevsiminde “sağmazlarmış”. Böylece bu salyangoz türünün varlığı Sur murexlerinin aksine günümüze dek korunmuş.
Morun genel kullanıma girmesi ve herkesin elde edebileceği bir renk haline gelmesi ise 1856’da İngiliz kimyager William Henry Perkin’in şans eseri sentetik mor rengi keşfetmesiyle mümkün oldu.
Perkin, Londra’daki evine kurduğu laboratuvarda sıtma ilacı üzerinde çalışırken yanlışlıkla sentetik mor pigmenti buldu. Geliştirdiği yöntemi seri üretime dönüştürmeye karar veren Perkin, kendi fabrikasını kurdu ve mor renk üretimine başladı.
Perkin’in buluşuyla birlikte mor renk de yavaş yavaş statü sembolü olmaktan çıktı ve herkesin kullandığı bir renge dönüştü. Ama hiçbir devlet mor renkli bayrağa dönüş yapmadı.
Dünyanın mor literatüründe Sezar’dan Carla Bruni’ye kadar yaratılmış en büyük etkiler incelendiğinde; ne imparatorların, kraliçelerin, feministlerin, şarkıcıların, modacıların, tasarımcıların kullandığı mor “haute couture” elbiselerin şatafatı; ne de Güney Afrika Devletinin isyancılar üzerine sıktığı mor renkli boyanın yarattığı öfke, 22 Şubat 1954 tarihinde, Kore savaşındaki askerlerle katıldığı moral gecesinde Marilyn MONROE’nun bilinçli olarak taşıdığı Ceil Chapman imzalı mor kokteyl elbisesinin yarattığı başarının önüne geçemedi.

Marilyn Monroe
Bir soru, bir cevap:
Soru: Neden doğada mor bir at, inek, koyun, aslan, zürafa yoktur?
Cevap: Memeliler mor, mavi ya da yeşil pigmentleri üretemezler. Kuşlar ve böcekler ise sadece yapısal renklenme (tüylerde veya kanatlarda çok küçük ve renksiz hücrelerin/yapıların ışığı belli bir açıyla yansıtmasıyla elde edilen renklenme) aracılığıyla mor rengi sergileyebilirler.
Bu yazım 18 Ocak 2022 tarihinde Deniz Ticaret Gazetesinde yayınlanmıştır.